Nzulezu'ya Hoşgeldiniz


Bu hafta sizi suyun üzerinde yaşayan bir köye götürüyorum. Bolca göl manzarası, bakmaya doyamayacağınız nilüfer çiçekleri ve ahşap ayaklı evler sunan bu geziyi yapmak için Gana’nın merkezinden arabayla yola çıktık. Yedi saat süren uzun bir yolculuğun ardından Nzulezu’nun (Nuzulezu diye okunuyor) kıyısına varabildik. Nzulezu için Gana’da “Stilt Village” ismi de kullanılıyor. Türkçe'de tahta bacak veya cambaz ayağı anlamlarına gelen “stilt” köydeki evlerin şekli için net bir tarif aslında. Bu muhteşem köy Amansuri gölünün üzerinde yükseliyor. Sözlü tarih kaynaklarına göre Nzulezu'nun günümüzden 500 yıl önce kurulduğu tahmin ediliyor. Hatta o zamanlar -köydeki insanların inancına göre- köyün bir salyangoz tarafından yönetildiği düşünülüyor. Bu nedenle salyangozu hala kutsal sayıyorlar. Hayatın günlük kuralları köyün yaşlıları ve şefleri tarafından belirleniyor. Ancak büyük olaylar yaşandığında (cinayet yada anlaşma sağlanamayan kavgalar gibi) sorun resmi mahkemelere sevk ediliyormuş. Köyde muhafazakar bir hayatın hüküm sürdüğünü söyleyebilirim. Mesela insanlar dışarıdan (farklı kabilelerden) evliliklere bile pek sıcak bakmıyor.  
Gana okyanus kıyısını ve derelerini çok fazla kullanabilen bir ülke değil. Bu nedenle ülkede suyun üzerine bir köyün kurulmuş olması bizi çok heyecanlandırıyor. Köye arabayla gitmenin imkanı yok, ulaşım kayıklarla sağlanıyor. Yürüyerek çeşitli patikalar izlenebiliyormuş ama yol o kadar uzun ve ıssız ki anladığım kadarıyla kimse o işe cesaret etmiyor. Karayolunun kıyısında sular üzerindeki köyü korumayı ve kalkındırmayı amaçlayan bir dernek var. Arabanızı derneğin otoparkına bırakıp görevlilerden bilgi ve bilet almanız gerekiyor. Rehber isteyip istemediğinizi soruyor ve size can yelekleri dağıtıp ne şekilde gidileceğini anlatıyorlar. Yürüyerek yolun karşısına geçince ağaçlı bir patika sizi karşılıyor ve gölün kıyısına ulaştırıyor. 
Eşsiz bir manzara açılıyor önünüzde… Ziyaretçiler, macera romanlarında okuyup hayal ettiğiniz devasa ağaçlardan oyma, yekpare kayıklarla köye taşınıyor. "Balta girmemiş ormanlarda geziyorum" düşüncesini bozan tek şey kayıkların kürekle değil, arkalarına monte edilen motorlarla ilerlemesi. Fakat bu ayrıntının onca karayolundan sonra hala köye ulaşmak için çabalayan hiçbir gezgine kötü hissettireceğini düşünmüyorum. 

Köy, Accra'ya gelmişken bir gidip göreyim diyebileceğiniz uzaklıkta değil. Bu nedenle üç günden fazla vaktiniz varsa gezme planı yapmanızı tavsiye ederim. Gidişi ve dönüşü aynı gün yapamayacağınız için yol üzerindeki Takoradi kentinde bir otel ayarlayıp konaklamak uygun olacaktır. Böylece Takoradi'yi görme fırsatı da elde edersiniz. Macera arayan gezginlere Nzulezu'da konaklama hakkı tanıyan bambudan yapılma bir konuk evi de var. Fakat burada konaklamak istiyorsanız gerçekten macera aramanız gerektiğini hatırlatmalıyım... 
Değişik kuş sesleri, yerlere kadar eğilen ağaçlar ve su yolunu kullanan köy sakinleri başka bir dünyaya giriyormuş hissini veriyor insana. Biz göle çok fazla el, ayak sokmayı tercih etmedik. Çünkü doğal hayat had safhada sürüyor. Bölgede su kaplumbağası, envai çeşit maymun, yılan ve timsah gibi vahşi pek çok hayvanın yaşadığı biliniyor. Köye yaklaştıkça sakinlere daha az rahatsızlık vermek için motorların çalışma hızı düşürülüyor.
Kayıklar Gana'nın hemen her balıkçı kasabasında görebileceğiniz ahşap ve el işçiliği ile üretilen tipte. Biraz sallaması dışında gayet dayanıklı ve içinde seyahat etmesi inanılmaz derecede keyifli. İçinde ilerlerken yüze vuran o tatlı esintiyi size izah etmemin keşke bir yolu olsa...
Köydeki çocuklar doğdukları günden beri suyun içinde. Bu sebeple çok küçük yaşta yüzmeyi, dalmayı, avlanmayı, kısacası suda hayatta kalmayı öğreniyorlar. Ziyaretimiz sırasında üç yaşlarındaki çoğu çocuğu tek başına suya girip çıkarken gördük. Bu görüntü Gana için inanılmaz bir deneyim çünkü ülke okyanus kıyısında olsa da çoğu kişi yüzmeyi bilmiyor. Bu arada fotoğrafın sağ tarafında gördüğünüz mavi- kırmızı renklere boyalı bambu alan misafir evi. Bu görüntü ile "gerçekten macera arayanların kalabileceği bir yer" derken ne demek istediğimi daha iyi anlatabildim diye umuyorum.
Göl öyle çok bitkinin yeşerip gün yüzüne çıkmasını sağlıyor ki... Suyun karalara inat kendi ormanını oluşturduğunu söylemek yanlış olmaz. Fotoğraflarda gördüğünüz her bir bambu ev özel birer daire. Bu evleri genelde birbirlerinin manzarasını ve rüzgarını kesmeyecek şekilde inşa ediyorlarmış. Köyde bir de kilise var. Halk misyonerlik faaliyetleri ile yerel dinlerini değiştirip Hristiyanlık'ı kabul etmiş.
Stilt Village'da kapalı bir yaşam biçimi var. Çocuklar büyüyene ve lise gibi büyük okullara gidene dek dış dünyayı çok fazla görmüyorlar. Köyde ilkokul eğitimi veren bir yer olduğunu öğrenip ziyaret ediyoruz. Bambu duvarlı okul tek sınıftan oluşuyor ve içeriye girdiğimde 1940’lara ışınlanmış gibi hissediyorum kendimi. Bu ufacık sınıfta çocuklar ilkokul birden beşe dek birlikte okuyorlar. Çok fazla ilgimi çekmediği için süslü kiliseyi fotoğraflamamıştım ama okulu görünce içimi bir hüzün kapladı. Kilisedeki özenin, süsün, düzenin üçte birini köyün geleceğini yetiştiren bu okula vermedikleri için içimden hepsine kızdım. Anladığım kadarıyla insanların öz dinlerini değiştirmek için çeşitli yardımlar yapılıyor ama sonra bu misyoner topluluklar sadece kendi kiliseleri ile ilgileniyorlar...
Sular üzerinde uzanan köyün tek canlıları insanlar değil. Zamanında karadan alınıp getirilen koyunlar da sakinlere hem arkadaş hem de sütleriyle yaşam kaynağı olmuş.
Köyde sıcak güneşin vurduğu her yer insanlar için çamaşır kurutma alanı. Sadece çatılar ve tahta askılar değil, yürüme yolları da kıyafetlerden nasibini alıyor. Bazı sokaklardan geçerken yerlere serili giysilere basmamak için özel bir çaba sarf etmek gerekiyor. Bizim gibi güneşin tepede olduğu bir saate köye giderseniz genelde bambu evlerinin gölgesinde uyuyan insanlarla karşılaşacaksınız... Sokaklarda özgürlüğünü ilan edenler ise çamaşırlar ve annelerinin öğle uykusuna asla ikna edemediği çocuklar... 
Köy ziyaretinin en üzücü yanı ise kirliliğe şahit olmak... İnsanların bu kadar güzel bir doğa içinde yaşamasına rağmen çöplerini öylece etrafa atmasına tanık olmak çok üzücü. Çeşitli çevre ve devlet kuruluşları köyün ve suyun temiz kalması için ortak alanlara büyük, kapaklı çöp kovaları yerleştirmiş ama içleri bomboş. Hemen köyde yaşayanları suçlamak istemiyorum neticede çöpleri toplanmıyorsa kovalara çöp doldurmak onlara saçma gelmiş olabilir. Burada hükümetin de görevini yapmadığı açık. Ama yine de orada bir avuç insan yaşıyorlar ve kendi aralarında bir temizleme metodu bulabilirlerdi diye düşünüyorum. Ben kirlilik hakkında kafamı yorarken evinin önünde oturan bir kadın içi boşalmış su poşetini usulca göle bırakıyor.  Her olasılık çöpleri aşağıya bırakmaktan daha iyidir. Fakat ne yazık ki köydeki insanların bölgenin temizliğiyle ilgili bir kaygıları yok gibi görünüyor.
Köyde ana geçim kaynağı balıkçılık ama saklama koşulları yetersiz olduğundan sadece tüketecekleri kadar avlanıyorlar. Bu da gölün sürekli verimli kalmasını sağlıyor.
Köy sakinleri fotoğraflarının çekilmesinden inanılmaz rahatsızlık duyuyor. Bir belgeselin içinde yaşıyormuş gibi sürekli gelen insanlar tarafından fotoğraflanmaktan mutsuz oluyor ve tepki gösteriyorlar. Neticede yaşamları bize ilginç gelse de bu onların normali. Küçük bir kesim de (özellikle çocuklar) para karşılığında fotoğraf çekilmesinde hiçbir sakınca görmüyor. 

Gelelim gezi öncesi mutlaka kulak kabartın dediğim önerilere... Kayıkla yolculukta ve köy gezisinde üzerinizde tente yada gölgelik olmayacak. O nedenle güneş gözlüğü, düzgünce sürülmüş güneş kremi ve çantaya atılmış ufak bir içme suyu olmazsa olmaz tavsiyem. Tansiyon gibi rahatsızlıklarınız varsa kesinlikle şapka da kullanmalısınız. Kayıkta ilerlerken sürekli rüzgar alacağınız için uçmayacak bir şapka seçimi yapmanız lazım. Yoksa hızla ilerlerken kayığa mı tutunacağınızı yoksa şapkanızı mı tutacağınızı şaşırırsınız. Bir de su içinde köye gidiyorum nasılsa diye düşünüp terlik giymeye kalkmayın. Kayıklara binip inerken düşürme olasılığınız çok yüksek. Kaldı ki köy de ahşap kaldırımlar ile suyun üzerinde uzanıyor, yani dolaşırken hiçbir şekilde suya değmiyorsunuz. Dönüş için daha zamanınız varsa köyden sonra Abidjan'a gidebilirsiniz. Türkiye'de Fildişi Sahilleri adıyla tanınan Abidjan Nzulezu'ya dört saat uzaklıkta. 

Yorumlar